Güç, hayatımızda kendine en çok yer edinmiş kavramlardan birisidir şüphesiz. Hayatımızı oluşabilecek paranoyalardan arındıran güven duygusuna sahip olmamız için elde etmemiz gereken zaruri bir ihtiyaç. Demem o ki; güçlü olmak zorundayız, gücü nasıl tanımladığımızdan bağımsız. Zira birden çok insan ile iletişim kurduğumuz bir oluşum olan “toplumda” bu kavram nerede konumlandığınızın da göstergesi olacaktır. Peki kişilerden ziyade devletler özelinde bu kavram bizler için ne ifade eder?
20. yüzyılın en önemli düşünce topluluklarından İngiliz Okulu, uluslararası sistemi bir topluma benzetir. Devletler de toplumu oluşturan bireylerdir. Şüphesiz birey tanımımızı biraz daha genişleterek uluslararası kuruluşlar ve örgütleri de devletler ile aynı statüde gösterebiliriz. İngiliz Okulu’nun bu benzetmesini büyük oranda benimsediğim için yazıma da bu açıklama üzerinden devam etmek istiyorum. Realizm, Liberalizm ve Marksizm gibi uluslararası sistemin pozitivist ana-akım teorilerinde çok önemli bir kavram olan güç, devletlerin elde etmek için çokça çabaladıkları bir unsur. Aslında salt devlet değil girişte bahsettiğim gibi devleti var eden insanların da elde etmek için çabaladığı ve bu uğurda türlü ödünler verdiği bir olgu. Dolayısıyla bu konunun ayırdına varmak ile birlikte nedenlerini sorgulayarak analiz etmek, zannımca gerek insanlar gerekse de devletler için faydalı olacaktır. Bu çözümlemeye de basit birkaç soru ile başlayabiliriz.
Neden güçlü olmak ister bir devlet? Güçlü olmanın kendisine ne gibi avantajları olacaktır? Şüphesiz bu yazıyı okuyan herkes bu sorulara kendi mantıklı cevabını verebilir. Ancak ben en doğrunun en basit olduğu ilkesine dayanarak bu sorulara kendi adıma cevabımı verecek olursam eğer; “karar verici olmak”, ilk tercihim olacaktır. Zira kendi menfaatlerinizi sizden daha çok savunacak hiç kimse yoktur. Dolayısıyla menfaatleriniz için etkili olacak kararlar üzerinde ki etkinizin en yüksek seviyede olmasıdır amacınız. Yani “yönetmek, yönlendirme gücü” diyebiliriz kabaca. Bu sebeple devletler, silahlanma, ekonomi, bilgi-teknoloji, eğitim gibi farklı güç segmentlerinde en üst seviyelere ulaşmayı hedeflemiştir tarihte. Örnek verecek olursak; atom bombasını ilk bulan devletler olan ABD ve SSCB, Soğuk Savaş’ın iki hegemon devleti olmuştur. Çoğu uluslararası ilişkiler teorisyeni de uluslararası sistemi bu iki ülkenin verdiği kararların etkilediğini savunmuştur. Ancak azınlıkta olan bir grup, hiçte azımsanmayacak bir sav ileri sürerler. Onlara göre Soğuk Savaş döneminin gidişatını belirleyen aktörler, ABD ve SSCB değil, bu Merkez devletleri takip eden Küba ve Türkiye gibi çevre ya da Mısır gibi yarı-çevre ülkelerdir. Zira bu teorisyenlere göre muazzam derecede ilerleyen kitle-imha silah teknolojileri sebebiyle doğabilecek olağan bir çatışma, topyekûn bir yok oluşa sebebiyet verebilecek bir savaş halini alacağından; savaşın bütün taraflarını negatif etkileyecektir. Özetle Merkez devletler akildir ve sistemi tehlikeye atacak eylemlerden uzak dururlar. Ancak çevre ülkeler, takip ettiği merkez ülkeden aldığı “korunma bilinci” ile bazı revizyonist tavırlar takınabilir. Eğer etkileşimde bulunduğu ülke, karşıt bloktan ise; o zaman merkez ülkeler de liderlik ettiği devletler grubunu müdafaa adına işin içine dâhil olurlar. Dolayısıyla uluslararası sistemi yönetenler, salt merkez ülkeler değil zaman zaman çevre ülkelerdir de diyebiliriz. NATO’nun “Topyekün Karşı Koyma Doktrini” bunun en belirgin örneklerinden birisidir.
Peki, sahip olduğu bu gizli güçlerini çevre devletler keşfederse ne olur?
Ekim 1952’deki Sovyetler Birliği Kongresi’nde iki kutuplu dünya düzeni görüşünün terk edildiği ve yeni bir 3. bloğun da varlığının tanındığı dünyaya duyuruldu. Aynı yıl Mısır’da askeri bir darbe ile Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen son Kral olan Faruk, ülkeden uzaklaştırıldı. Hür subaylar, bu darbe ile yönetimi ele aldı. Önce perde arkasından ülkeyi yöneten kişi olan Albay Cemal Abdülnasır, 1954 yılında General Necip’i iktidardan uzaklaştırarak tüm gücü eline aldı. Nasır, bütün Arapları tek devletin çatısı altında birleştirmek gibi büyük hayallere sahip bir liderdi. Ayrıca ülkesinde, 1948 Arap-İsrail Savaşı’nın toplumsal ve ekonomik sonuçları kendisini en acı yüzüyle hissettiriyordu. Dolayısıyla bu genç liderin ülkesine kaybettikleri özgüven ve motivasyonu kazandırmak için birtakım icraatlara ihtiyacı vardı. “Assuan Barajı”, bu sebeple Nasır için hayati önem taşıyan bir icraattı. Projeyi finanse etmesi için önce ABD’ye başvurdu. Ancak ABD kredi için bazı şartlar öne sürüyordu. İsrail’in güvenliği ve Süveyş Kanalı’nın kullanımı gibi Mısırlılar için hayati önem teşkil eden bazı konuların ABD tarafından pazarlığa dâhil edilmesi, Nasır’ı oldukça zor durumda bırakıyordu. ABD de ekonomik üstünlüğünün farkında olduğundan Nasır’ın bu anlaşmaya eninde sonunda uyacağını düşünüyordu. Ancak Nasır, kendisinden binlerce kilometre uzaklıktaki bir ülkenin kendisine yardım için hazır olduğunu fark etmekte gecikmedi. SSCB, yeni lideri Kruşçev ile “Soft Power(Yumuşak güç)” algısını Ortadoğu’ya götürmek niyetindeydi. İki taraf içinde oldukça avantajlı olan bu şartlarda Nasır, yeni barajı için gerekli olacak finansmanı Sovyetler’den tedarik ederek ABD’yi ters köşe yaptı. ABD’de bu hamleye karşı Eisenhower Doktrini’ni devreye sokarak karşılık verdi. Ancak Nasır bu iki süper devletinde kendisini etki alanına sokmak istediğini biliyordu. Bu sebeple daha cesur hamleler yaparak önce Süveyş Kanalı’nı millileştirdi. Kendisinin karşısında İsrail, İngiltere ve Fransa’dan oluşan bir koalisyon olmasına rağmen, Mısır’ı destekleyen ilk ülkelerden birisi de; SSCB ile birlikte ABD oldu. Nasır sistemin zaafını bulmuştu ve bağlantısızlar hareketi de bu lider etrafında şekillendi.
Yine ülkemizden örnek verecek olursak; zayıflığında yatan bu gücü oldukça geç fark eden Başbakan Adnan Menderes, ABD’den talep ettiği sanayi kredisi reddedilince Sovyetler’e başvurmuş ancak 1960 yılında gerçekleşen askeri darbe sebebiyle bu girişimini sonlandıramamıştır. Bu sebeple kendi çıkarlarını salt amerikan çıkarları ile birlikte gören ülkemiz, maalesef “Jüpiter Füze Krizi” ve ünlü “Johnson Mektubu” gibi bizler için onur kırıcı olaylarla deyim yerindeyse “güvendiği dağlara karlar yağmış” durumunu yaşamıştır.
SONUÇ
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile uluslararası sistem, çift kutuplu yapısından uzaklaşıp çok merkezli bir yapıya büründü. Şüphesiz bu durum uluslararası sistemi daha karmaşık bir hale getirdi. Ancak yine de ABD’nin üstünlüğüne karşı direnecek devlet(Çin, Rusya) ve devletler üstü örgütler(AB) günümüzde de mevcut diyebiliriz. Bu sebeple büyük devletlerin görece küçükleri kendi ağına çekmesi olayı tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi günümüzde de yaşanmaktadır. Sadece artık gerekçe ideolojik zıtlık değil, ekonomik pazar arayışı gibi nedenlerdir diyebiliriz. Bu sebeple küçük devletler aslında hala kendilerini gördükleri halden daha değerlidir. Zira kendisini elde etmek isteyen birden fazla devlet yahut türevi mevcuttur. ABD ve Rusya gibi büyük devletler, küçük devletlerin çıkardığı duruma birkaç kez müdahalede bulunmuştur. Ancak Afganistan ve Irak gibi bölgelerde yaşanan olaylar deyim yerindeyse bu süper devletler için felaketle sonuçlanmıştır. O yüzden fiziki müdahale durumu, günümüzde genellikle beklenen bir olgu değildir. Ancak yine de belirtmekte fayda vardır ki günümüzdeki sistem, Soğuk Savaş’taki gibi sınırların belirgin olmamasından ötürü strateji geliştirme konusunda bizleri daha fazla zorlamaktadır. Fakat yine de küçük devletlerin zayıflıklarından kaynaklanan bu avantajı kullanabilmeleri mümkündür.
Türkiye özelinde konuşacak olursak eğer; İkinci Dünya Savaşı sonrası Stalin yönetimindeki Sovyetler’in saldırgan tutumu nedeniyle ciddi güvenlik endişelerimiz olmuştur. Bu sebeple dönemin şartlarını göz önüne alıp diğer bloğa yaklaşmamız görece mantıklı bir politika diyebiliriz. Zira ünlü Molotov-Sarper görüşmesinde ülkemiz açıkça tehdit edilmiştir. Ancak 1953 yılında Stalin’in ölümü sonrası yerine geçen N. Kruşçev, halefine nazaran daha uzlaşmacı bir lider olacaktır. Nitekim 1957 yılında yaptığı konuşmada Kruşçev, Stalin dönemini lanetleyecek ve Türkiye ile Yugoslavya’dan resmi özür dileyecektir. Ancak Türkiye, kendisine uzatılan bu eli havada bırakacak ve aslında elde ettiği bu önemli şansı fark ettiğinde Başbakan Menderes ve DP için artık çok geç olacaktır. Şayet bu fırsatın yaratacağı denge siyaseti makul şekilde kullanılsaydı; Türkiye, ABD’nin kendi bağımsızlığına aykırı kararlarını sineye çekmek zorunda kalmaz ve gelişimini tamamlamak adına ihtiyacı olan sanayi atılımını gibi birçok önemli projeyi gerçekleştirebilirdi. Zira çok önemli bir finansör elde etmişti. Ancak Türkiye’de Sovyetler’in adının dahi duyulması bir öfke patlamasına neden oluyordu o yıllarda. Zira Sovyetler’in baş düşmanı olan ABD, Truman Doktrini ile günümüz parasıyla yaklaşık 100 milyon dolarlık bir silah hibe etmişti. Oysa gerçekte bu silahlar; 2. Dünya Savaşı’nın envanter artıklarından ibaretti ve Türkiye’nin bu silahların bakımı için yine günümüz parasıyla yaklaşık 112 milyon doları her sene ABD’ye verdiğini kimse bilmiyordu. ABD’nin ülkemizdeki maşası Demokrat Parti, 1952 yılında çıkardığı “Basın Yasası” ile gazete ve radyolarda deyim yerindeyse bir istibdat dönemi yaşatmıştı. Halk ise bu gerekçelerden sebeple, DP’nin görüşleriyle aynı çizgide yazmak zorunda bırakılan gazetelerin manşetleriyle politize oluyordu. Dolayısıyla bir Amerikan hayranlığı, bu yıllarda topluma sürekli empoze edilmekteydi. İnanın bu yıllarda Türkiye’de Amerikan Karşıtı olmak demek; alacağınız olumsuz tepkilerin en üst seviyede olmasına neden olmaktaydı- hem Devlet hem de halk nezdinde-. Ancak bu gereksiz hayranlığın bizlere faturası ağır olmuştur. İsrail’e açılan Maslahat Güzergâh sebebiyle Arapların öfkesini kazanmak, Kore Savaşı’nda yaşadığımız can ve mal kayıpları, Marshall yardımları sebebiyle ekonomimizin salt tarıma mahkûm edilmesi ve akabinde yaşadığımız 1954 ekonomik krizi gibi birçok örnek verilebilir bu hususta. Ancak öte yandan 1957 yılında bize dostça el uzatan Kruşçev ile 1956 yılında Macaristan’ı işgal eden Kruşçev’in aynı kişi olduğunu da unutmamak gerekir.
Demem o ki; bizim gibi gelişimini tamamlamamış her devlet, kendisini tek bir devletin boyunduruğu altına sokmamalıdır. Zira taşıdığı zayıflığının içinde yatan bir güç vardır.
KAYNAKÇA
*Kolektif, Uluslararası İlişkiler Teorileri, Küre Yayınları, 3. Baskı 2015
*Güler E. Zeynep, Arap Milliyetçiliği: Mısır ve Nasırcılık, Yazılama Yayınevi, 1. Baskı 2004
*Hobsbawm, Eric, Kısa 20. Yüzyıl:1914-1991 Aşırılıklar Çağı, Everest Yayınları, 8. Baskı Kasım 2014
*Cleveland, William L., Modern Ortadoğu Tarihi, Agora Kitaplığı, 2. Basım 2015
*Oran, Baskın, Türk Dış Politikası-Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1:1919-1980, İletişim Yayınları,
*Zafer,Cumhuriyet Gazeteleri; 1 Ocak-31 Mart 1953, Atatürk Kitaplığı Gazete Arşivi
*Yıldız Nuran, Demokrat Parti İktidarı (1950-1960) ve Basın
*YeşilBursa Behçet Kemal, A General Review Of Turkey’s Foreign Affairs During The Democrat Party Era(1950-1960), Alternative Politics, Vol.1 No.2 s 142-189 September 2009