Geçen haftaki yazımı “KALIBININ ADAMI OLMAK” başlığı ile bu sütunlarda değer verip okuma nezaketi gösteren siz kıymetli dostlarla buluşturmuştum. Yazının başlığını seçerken birkaç kere düşündüm, değiştirdim, tekrar aynı başlığa döndüm. Tüm yaşamımı birkaç kez film şeridi gibi gözümün önünden geçirdim. Emin olun bunu yapmak iyi oluyor, inanın bana da iyi geldi. Geçmişte yaşadıklarınızın muhasebesini yapmak insanı doğrulara daha kolay taşıyor.
Dünden bu güne yaşamımızın herhangi bir evresinde yolumuzun kesiştiği biri çıkıp önce sen kendine bak der mi? der. 58 yıllık yaşamımızda mutlaka eksiklerimiz olmuştur. Bende bu toplumun bir parçasıyım. Bu ülkede ayrık ya da benzeşerek değil, her yönüyle konjonktürel tüm gelişmeleri bütün hücrelerimde, iliklerimde hissederek yaşadım, yaşıyorum. Hayatım boyunca her kim olursa olsun aldıklarımla, verdiklerimle, ürettiklerimle, tükettiklerimle, toplum değerlerine kattıklarımla o başlıkta kendi açımdan hiçbir şekilde sıkıntı görmedim. Politik temel dolgum, aldığım değerler gereği hesap verebilir doğrularım var ve yanlışlarımdan bir hayli fazla.
Konuya dönersek geçen haftaki başlık ve yazı istediğim kadar olmasa da beklediğim seviyeye yakın, epeyce bir okuma sayısına ulaştı. Başlığın içeriği, konusu ve hedefi itibariyle kısmen karşılık bulduğuna şahit olup mutlu oldum. Bundan cesaret alıp sizlerin hoşgörüsüne sığınarak tekrar yazmaya karar verdim.
Bu haftaki yazımı hangi konu üzerinden oluşturayım diye düşünürken son günlerde çevremizde gelişen olaylar, direkt olarak yaşamımızı etkileyen konuları kafamdan geçirdim. Hayat çok hızlı akıyor. Gündem değişiyor. Siyaset kirli yüzünü kadın cinayetinde, çocuk istismarında, demokrasi düşmanlığında, toplumu ayrıştırmada, öğretmenlik meslek kanununda, farklı düşünenleri ötekileştirmede, emeği sömürmede top yekûn iş birlikleriyle kendini göstermeye devam ediyor. Hala ekonomik kriz ve yoksulluk çarşıda pazarda cirit atıyor.
Birçoğumuz iş yaşamında kalite standardı diye bir sistem duymuştur, bununla ilgili eğitimler de almıştır. O sistem “Yaptığını yaz, Yazdığını yap” der. Bu söylemdeki amaç hatasız, uygun maliyetle, kalitesi yüksek standardı yakalamış ürün elde etmektir. Ben bunu biraz kendimce güncel yaşamımıza da denk düşen şekliyle “Söylediğini yap, Yaptığını söyle” olarak değiştirdim ve bu haftaki yazımın konusuna başlık yaptım.
Hani bir atasözümüz var sık kullanılan “At izi it izine karıştı” diye. Bu günlerde bütün izler birbirine karıştı. Ancak hangi iz hangi izle istediği kadar karışsın doğru bakarsanız tüm izlerin sahiplerini tanırsınız. Bu ülkede Cumhuriyetin kazanımları sayesinde Vali olmuş atanarak seçilmişin 2023 yılı için Yüz yıllık bir hesaplaşmadan bahsetmesi, donarak ölen bir vatandaşımızla ilgili Devletin Valisinin!!! “aklen maluldür yardım kabul etmedi” açıklaması ile sorumluluktan kaçmaya çalışması durumun vahametini ve hangi değerlerimizi kimlere teslim ettiğimizin açık göstergesidir.
Cumhuriyet ve Demokrasi ve haliyle Türkiye tehlike altında değil tamda içindedir. Benim görüşüme göre Samsun’daki Anıta saldırı ile bu tür söylemler planlıdır, tek merkezden talimatlıdır. Bu coğrafyada bu nadasa yatmış tehlike on yıllardır var olmaya devam ediyor. Bu zihniyet Cumhuriyet ve demokrasinin nimetlerinden yararlanarak seçilmiş yönetenlerin koruması altında artık serbestçe kendini ifade edebiliyor.
Hal böyle iken Cumhuriyetin değerlerini savunması gerekenler sizce ne yapıyor. Kendilerine bırakılan iki önemli mirası koruyup kollamak ve daha ileriye taşıma yükümlülüklerini yerine getiriyorlar mı? Bence hayır. Kısır çekişmeler, erki eline geçirenin yönetimde kastlaştığı bir düzen yıllardır devam ediyor. Demokrasiyi savunanlar üyesinin seçme seçilme hakkını erteliyor hatta kullandırmıyor. Tüzüğe kendi yazdıklarının bile çevresinden dolaşmaya kadük bırakmaya çalışan bir yapıya tanık oluyoruz. Her hangi bir yere aday seçimlerinde bile eleştirdiği kesimlerle aynı seviyeye gelebilmiş değil. Hiç olmaması gereken etnik ve inanç temelli ayrımcılıklar türevleriyle birlikte tüm yapılara işlemiş. Üyeleri arasındaki cenazelere katılımlarda bile seçici ve ayrıştırıcı davranıyorlar. Şeklen kurdukları çalışma komisyonlarında bile bu açıkça görülebiliyor. Türkiye siyasetindeki NEPOTİZM hastalığına iliklerine kadar bulaşmış durumda.
İçinde yer aldığımız kesime olan bakış açımızı böyle kısaca özetledikten sonra bu coğrafyanın halklarını tüm yönleriyle özgürlüklere barış ile buluşturacağına inandığım kesimlere de şunu söylemem gerekiyor. Kendi içine kapanmış yapılarla güncellikten şimdilik uzak ütopik söylemlerle hedeften daha da uzaklaşıyor, geniş mevzilerde seyrek kalıyorsunuz. Birlikte yaptığımız ortak kısıtlı eylem ve mitinglerde attığımız sloganlara önce bizler inanmalıyız. “Birleşe birleşe kazanacağız, Ya hep beraber Ya hiç birimiz” sloganlarını atarken önce buna bizim inandığımızı tıpkı 2019 yerel seçimlerindeki somut örnekleriyle göstermeliyiz.
Bu coğrafyada geniş bir kesimin yaşama dair kaygıları var ve bu kaygı artarak devam ediyor. Kurulu sömürü düzeninin çarkları ve emperyalistlerle işbirlikleri gittikçe yükseliyor. Başkanlık sistemi sıkıştı. Yaşanan yoksulluk mutlu azınlığı tehdit etme noktasına yakınlaşmış durumda. Zihniyet kendini var etmek için renk değiştirmeye çabalıyor. Taşıdıkları mandacı miras buna izin verse de güçleri yetmiyor.
Bizim gibi düşünenler için şimdi gelinen yer inandığını korkmadan söyleme, söylediğini yapma zamanı. Aramızdaki kuzu postlu kurtları deşifre etme ayırma zamanı. En yakın yol arkadaşının emeğinin üzerine yatanlar şüphesiz halkın umudunu da çalar.
Velhasıl konu uzun zaman kısa.
Zaman birlikte olma zamanı.
Yoksulluğu yenme zamanı.
Halkın gerçek umudu olma zamanı.
Zaman umudu yükseltme zamanı.
Mücadelede safları sıklaştırma zamanı.
Zaman söylediğini yapma zamanı.